"MEGREL-LAZ HALKI ASİMİLASYONA BİRLİKTE DİRENECEKTİR"

Kafkas halklarının kardeşliği üzerine yayın yapan kolkhoba.org sitesinin kurucularından Xopuri Lazi, İnsan Hakları Derneği kurucularından avukat Ahmet Hulusi Kırım (Hacalişi) ile bir söyleşi yaptı.

Sayın Kırım kendinizi tanıtır mısınız? Yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?

1949 Malatya-Doğanşehir doğumlu olup Rize-Ardeşenliyim. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan Türkiyeli bir Laz’ım. İstanbul Hukuk Fakültesi mezunuyum ve halen avukatlık yapmaktayım. Yaşamımın çeşitli evrelerinde birçok siyasi yayın organının çıkarılmasına katkıda bulundum. Çeşitli görevler aldım. Halen uluslararası ilişkiler, dünyadaki gelişmeler üzerine kendi çapımda çalışıyorum. www.karalahana.com ve www.halkingunlugu.net sitelerinde periyodik olarak makaleler yazmaktayım.

1992 yılında Laz Vakfı kuruluş çalışmalarına öncülük ettiniz. Gelişen olaylar beraberinde linç kampanyası ve sonucunda Laz Vakfı kurulamadı. Bu konudaki birikimlerinizi bizlerle paylaşır mısınız? Laz Vakfı kurulup günümüze kadar ulaşabilseydi muhalif bir kimlikle, Kafkas halklarının kardeşliğine dayalı, Kafkasyalılık olgusuyla, Kartvelizmden medet ummadan aydın bir duruşla, Laz halkının ulus bilinci ve kültürel hareketine ne gibi olumlu katkıları olurdu?

Kişiliğim ve düşüncelerim itibariyle dinsel inançlarından, etnik kimliğinden, sınıfsal konumundan vs. ötürü ezilen, horlanan halklarla ve haklarla ilgilenmeyi yaşamım boyunca görev addettim. Mensubu olduğum Laz halkı için “karınca kaderince” uğraş vermekte bu anlayışın sonucu olsa gerek. Bu uğurda 1992 senesinde kısa bir ön hazırlıktan sonra arkadaşlarımız ile birlikte sizin de bildiğiniz gibi girişimlere başladık. Bunun ilk nüvesi yayınlanması için en azından moral anlamında katkıda bulunduğumuz Lazların Tarihi kitabı oldu. Bu kitap tüm hastalıklı saptamalarına karşın yayınlandığında olağanüstü bir ilgi gördü. Dili, kültürü, geçmişi ve Gürcistan’da kardeşleri olan Laz denen bir halkın varlığının farkına varıldı. Bunu takiben Aktüel dergisinde şahsımla bir söyleşi yapıldı. Laz Vakfının kuruluş aşamasında olduğu deklare edildi. Yayın üzerine birçok duyarlı Laz bizlerle ilişki kurdu ve destek vaat etti. Takip eden günlerde birkaç kitlesel toplantı yapıldı. Kitlelerle ilişki kurup amacımızı anlatmak üzere yöre dernekleriyle görüşülmeye başlandı. Ancak ne kadar acıdır ki kumar oynatmaktan başka işlevi olmayan dernek yöneticileri (birkaç şahıs hariç) bizlere yakınlık göstermedi. Aksine arkamızdan “bunlar bölücüdür” diye propaganda yapıldı. Bu süreçte konunun orijinalliği sebebiyle birçok gazete de olumlu haberler, köşe yazıları çıkmaya devam etti. Bir gün Sabah grubunun ikinci gazetesi olan Bugün gazetesinden bir muhabir vakıf hakkında söyleşi yapmak üzere randevu aldı. Söyleşiyi vakıf adına Av. Cemil Memişoğlu ve rahmetli Yüksel Yılmaz’ın yapması kararlaştırıldı. Ben de gözlemci olarak orada bulundum. Arkadaşlarımız son derece dikkatli bir üslupla niyetimizin sadece dilimize, kültürümüze sahip çıkmak olduğunu, bu taleplerin insani ve demokratik olduğunu, Gürcistan’da da Megrel kardeşlerimizin yaşadığını ve aynı sorunların onlar için de geçerli olduğunu anlattılar. Muhabir söyleşinin sonunda canlı olması için fotoğraf çektirmemizi önerdi. Arkadaşlar buna gönülsüz de olsa evet dediler. Masa üzerinde Lazların yaşadığı yerleri gösteren eski bir harita vardı. Onun etrafında durun, fotoğraf canlı olsun diye bir öneri getirdi. Bana siz de katılın dedi. Ben söyleşiyi yapmadım, gereği yok dedimse de niyetini bilmediğim için fazla direnemedim. Ve ondan sonra olan oldu. Birkaç gün sonra gazetede sürmanşet söyleşi haber olarak çıktı. Ancak yapılmak istenen korkunçtu. Bizler “bölücü” olarak lanse ediliyorduk. Başlık mealen “Biz Türk değil Laz’ız” dediler şeklindeydi. Çekilen fotoğrafın altında da vakıf yöneticileri Lazistan’ı gösteriyorlar diye yazıyordu. İşin garibi söyleşide olmamama karşın benim daha önce Aktüel dergisinde söylediklerimden işlerine gelenler cımbızla seçilip monte edilmiş ve ben de söyleşiye katılmış gibi gösterilmiştim. Bu haberden sonra sanki düğmeye basılmış gibi linç kampanyası başladı. Ertesi günü Hilton otelinde Türk bayrağı önüne dizilmiş fikri namustan yoksun yöre dernek yöneticileri “Biz Türk’üz bunlar bölücüdür” diye basın toplantısı yaptı. Bu basın toplantısı Bugün gazetesinde fotoğraflı olarak yayınlandı. Daha sonraki gün aynı gazetede Rize milletvekillerinin güya görüşleri alındı. Hemen hepsi kendilerinin Türk olduklarından bahisle bizleri “bölücü”, ”vatan haini” olarak ilan etti. Hatta bir tanesi, rahmetli pederimin de arkadaşı olan Viçeli Şadi Pehlivanoğlu; “Bunlar Trabzon’dan öte, yöremize gelemezler” şeklinde şoven, hamaset dolu laflar etti. Bugün gazetesinin bu provokatif yayınları tam 7 gün sürdü. Takip eden günlerde de basında genelde olumsuz yorum ve makaleler çıkmaya devam etti. Hatta onlardan bir tanesi olan ve yanılmıyorsam kendisi de bir Laz olan Sebahattin Önkibar, bizlerin bölücü olduğumuzu, Av. Cemil Memişoğlu ile benim Moskova’dan beslendiğimizi, sicilli komünistler olduğumuzu iddia eden ağır ve haksız isnatlarla dolu bir yazı yazdı. Yazarın kalemi o kadar kanlı ve peşin hükümlüydü ki benim çizgimin Sovyet ve ABD emperyalizmine karşı kendi çapında mücadele ile geçtiğini bile bilmiyordu. Anlaşıldığı kadarıyla birilerinin onlara verdiği bilgiyi servis etmişti.

Bu planlı provokatif yayınlar üzerine o güne kadar destek veren birçok arkadaşımız yaşamlarından endişeye kapılıp bizlerden haklı olarak uzaklaştı. Sonucunda bir avuç kararlı insan kaldı. İstenen sonuç hasıl olmuştu. Linç tamamlandı.

Bütün bu olanların şaşkınlığını yaşarken acı gerçeği öğrendik. Birileri düğmeye basmıştı. Asimilasyoncu resmi Kartvelist ideolojisine söylemleriyle darbe indiren arkadaşlarımız “fincancının katırlarını ürküterek” büyük günah işlemişlerdi. Evet, bu ideolojinin Türkiye’deki taşeronu bir merkez, gazetedeki ilişkilerini kullanarak bizleri linç etmişti.

Bu haksız ve provokatif yayınlar üzerine ben ve Cemil Memişoğlu yasal yollara müracaat ederek haberi tekzip etmek istedik. Ancak yayınlanmadı. Bunun üzerine Küçükçekmece Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunduk. Ayrıca kişilik haklarımız saldırıya uğradığı için tazminat davası açtık. Gazete sorumluları hakkında kamu davası açıldıysa da o günlerde çıkan basın affı nedeniyle suç sabit bulunmasına karşın bu namussuzlara verilecek ceza ertelendi. Tazminat davası ise uzun bir süreçten sonra lehimize sonuçlandı. Ancak Bugün gazetesi kapatıldığından her ikimiz lehine hükmolunan yüzer milyon lira tazminatı tahsil etmek mümkün olmadı.

Laz Vakfı kurulup günümüze kadar ulaşabilseydi işlevsel olması şartıyla tabiidir ki çok önemli fonksiyon ifa ederdi. Yaptıracağı bilimsel araştırmalarla halkımızın birikimlerini ortaya çıkarır, dilin geliştirilmesi ve tekleştirilmesini sağlar, Anadolu halklarının kardeşliğini somutta hayata geçirir, her türlü otoriteden bağımsız, namuslu bir kimlikle halkımızın bilincini daha üst noktaya taşıyabilirdi. Buna ilaveten Gürcistan’daki kardeşlerinin sorunlarıyla ilgilenmeyi de herhalde birinci görev addederdi.

Türkiyeli Laz halkının rönesansı niteliğindeki Ogni dergisinin kurucu üyelerindensiniz. Ogni sürecinden bahseder misiniz? Ogni’nin uzun soluklu olamamasının olumsuzlukları nelerdir sizce?

Vakıf sürecinin akamete uğramasından sonra uzun bir müddet çalışmalarımızda hareketlilik olmadı. İnsanlar yapılan yayınlar nedeniyle ürküyordu. Ülkenin o şartlarında “bölücü” yaftası ile kitlelere hedef gösterilmek başlı başına bir risk teşkil ediyordu. Ancak galiba 1993 yazında bir gelişme oldu. Piknik yapmaya karar verdik. Bir Laz olarak bize yakışanın deniz yoluyla piknik yapmak olacağını düşünerek motorla adaya piknik yapmaya karar verdik. Gerçekten de gezi, katılımı yüksek ve heyecanlı oldu. Orada dergi projesinden bahsedildi. Piknikten sonra birçok kişi aramıza katıldı. Yavaş yavaş dergi çıkarma düşüncesi olgunlaştı. Yazılar toplanmaya başladı. Ancak derginin birinci sayısının içeriği ve yayınlanacak yazılar tartışılırken bazı arkadaşlarımız derginin çıkışının bir süre ertelenmesini istedi. Yoğun tartışmalardan sonra bir bölüm arkadaşın inisiyatifli davranmasıyla derginin çıkarılması kararı alındı. Diğer arkadaşlar maalesef bizleri terk etti.

Derginin birinci sayısının çıkışını takiben DGM tarafından üç yazıdan dolayı toplatılmasına karar verildi. Ama iki celse süren dava süreci sonunda “yazılarda bölücülük propagandası yapılmadığı, kültürel haklardan bahsedildiği” vs. gibi özgürlükçü bir gerekçeyle beraat kararı verildi. Dergi toplam altı sayı yayınlandı ve objektif-subjektif nedenlerle yayın hayatına son verdi.

Ogni dergisi “belkemiği” olan, yayın çizgisinde tutarlı, sizin de değindiğiniz gibi Laz halkının tarihinde herhalde satır başı olacak bir yayın organı idi. Geçen süreçte gerçekten önemli bir fonksiyon ifa ettiği şimdi daha iyi anlaşılıyor. Nitekim aradan geçen uzun süreçte birçok yayın organı çıkmasına rağmen aynı nitelikte ve onu aşan mevkute çıkarmak maalesef mümkün olamadı. Bu söylediklerim bardağın dolu tarafıdır. Ancak boş tarafından bakarsak şunları düşünmek de mümkündür. Aynı içerikte bir yayın organını eldeki materyalle bizler en fazla 2-3 sayı daha çıkarabilirdik. Bu itibarla hem daha güncel olması hem de kitlelere ulaşabilmek için 15 günlük periyotta çıkan, yöreden haberlere de yer veren gazeteye dönmek gerekirdi. Objektif ve subjektif nedenlerle bunu beceremedik. Yayın hayatının kısa sürmesi tabiidir ki kitleler üzerinde olumsuz etki bıraktı. Daha kapsamlı ve tabana yönelik çalışmalar yapılmasında zaman kaybına sebep oldu.

O tarihten bugüne periyodik bir yayın organı çıkarılabilseydi, fonksiyon ifa edecek sivil toplum kuruluşları oluşturulabilseydi tabiidir ki Laz halkının kimlik mücadelesi, bilinç düzeyi herhalde daha ileri boyutlarda olurdu. Devletin şu veya bu şekilde “açılımdan” bahsettiği bir ortamda daha çok ciddiye alınır, azınlık haklarının anayasal güvenceye alınması aşamasında söz sahibi olabilirdik. Ancak bunun sadece dergi faaliyetiyle olmayacağını da unutmamak gerekiyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nden Laz dili ve kültürü adına beklentileriniz nelerdir?

Türkiye Cumhuriyeti’nden bir şeyler beklerken önce kendimize bakmakta fayda var gibime geliyor. Yukarıda kısaca değindiğim gibi “çuvaldızı başkasına sokarken iğneyi de kendimize batırabilme” cesaretini gösterebilmeliyiz. Maalesef aradan geçen uzun seneler boyunca dişe dokunur bir şey yapılamadı. Bu nedenle de tıpkı TRT olayında olduğu gibi ciddiye alınmadık. Eğer tersi olsaydı şimdi demokratik haklarımızı daha güvenle ister, pazarlık masasına zamanı geldiğinde diğer halklarla birlikte otururduk. Ancak bundan sonra olur mu? Olmalı ama bilemiyorum. Ancak şu da görünen bir gerçek ki esas olarak dış dinamiklerin zorlamasıyla ülkemizde orta vadede bir takım açılımlar gerçekleşecek. Laz halkının bulunduğu ruh hali itibariyle istemlerin makul ve kabul edilebilir oranda olması gerekiyor. Bunlar ise dil üzerindeki baskıların kaldırılması, azınlık haklarının anayasal güvenceye kavuşturulması, okullarda seçmeli de olsa Lazcanın okutulması, yöremizdeki üniversitelerde Laz enstitülerinin açılması vs. olabilir.

Lazcanın zenginleştirilerek gelecek nesillere ulaştırılması konusunda ümitli misiniz? Bu konudaki çalışmalar sizce sevindirici mi? Halkımızın geleceği adına umut verici mi? Bu konuda ulus bilincinin payı ne sizce?

Çalışmalar bu seviyede gittikçe Lazcanın geliştirilerek konuşulur hale getirilmesi, gelecek nesillere ulaştırılması konusunda maalesef fazla ümitli olamıyorum. Evet sizlerin de dahil olduğu birtakım olumlu çalışmalar var ama yeterli değil. Mutlaka kırgınlıklar unutulup güçleri bir araya getirmek gerekiyor. Burada sorduğunuz sorunun cevabını siz vermişsiniz. Evet, meselenin bam teli Laz halkının bilinç düzeyinin yeterli olup olmamasıdır. Mevcut veriler bu konuda bana yeterlidir cevabını henüz verdiremiyor.

Türkiye kamuoyu gündemindeki demokratik açılım hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce sistem özünü değiştirmeden kabuğunu mu değiştiriyor? Anadilde eğitim perspektifinde özellikle Kürt sorunu konusunda mevcut sistem şu anki hükümetin samimi olmadığına ve programının bulunmadığına katılıyor musunuz?

Bilindiği gibi soğuk savaş boyunca iki emperyalist kamp arasındaki çatışmanın sıklet merkezi Ortadoğu idi. Bush’un uyguladığı Ortadoğu merkezli Avrasya stratejisi, Irak ve Afganistan sorunsalında yaşananlar ve bölgede Rusya ile Çin’in yükselişinin önlenememesi sebebiyle ABD elebaşılığındaki emperyalizm için tam bir çöküş oldu. Obama ile birlikte mücadelenin sıklet merkezi Afganistan-Pakistan’a kaydırıldı. Böylece yeni dönemde enerji merkezli asıl kapışmanın Orta Asya’da olacağı da anlaşıldı. Bütün gücünü Asya’ya verecek olan ABD, iskambil kağıtlarından şato Irak devletinin bütünlüğünü Türkiye’nin de katkısıyla sürdürmek hevesinde. Petrolde önemli bir terminal ülke ve borsası olma heveslisi Türkiye’nin yeni bir ticaret merkezi olacak güney Kürdistan pazarından pay alma hayalleri iştahını kabartıyor. Ancak hem ülkemizden geçecek enerji boru hatlarının güvenliği ve hem de Irak’ta emperyalizm adına fonksiyon ifa edebilmesi için Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözmesi gerekiyor. Türkiye bu sorunu çözmeden kendisine yüklenecek misyonu sonuca taşıyamayacağı gibi güney Kürdistan’da konumlanan PKK gerillalarının varlığı halinde Irak’ın bütünlüğü ve istikrarı da sağlanamayacaktır. İşte bu dürtülerle Türkiye yıllardır süren örtülü bir iç savaşı çözmek doğrultusunda adım atıyor. Ancak bir gerçeği kabul etmek gerekir. Bu sorun ülkenin iç dinamiklerinden ziyade emperyalizmin krizle derinleşen ve ortaya çıkan yapılanması çerçevesinde çözülmek isteniyor. İsteğin arkasında stratejik öneme sahip bölgenin yeniden yapılandırılması, enerji arzının kesintisiz sürmesi, İsrail’in politik meşruiyeti ve Filistin meselesinin halli, buna bağlı olarak Suriye’nin yeniden yapılandırılması ve Lübnan sorununun çözümü amacı vardır. Ayrıca yeni eksen paralelinde Pakistan’da denetlenebilir bir yönetim oluşturulması ve Afganistan sorununun da buna bağlı çözümü ABD’nin ana hedeflerindendir.

Ulusal sorunda kavranması gereken asıl halka tüm ulusların tam hak eşitliği ve kendi kaderini tayin etme hakkının tanınmasıdır. Bütün ulusların ve dillerin tam hak eşitliğine sahip olduğu, hiçbir resmi dilin zorunlu olarak tanınmadığı, herhangi bir milliyetin imtiyaza sahip olmadığı, azınlık haklarının anayasal güvence ile teminat altına alındığı, her ulusa kendi kaderini tayin etme hakkının tanındığı koşullarda ve ortamda ulus ve azınlık milliyet sorunu ortadan kalkabilir. Somuta geldiğimizde; bölünmez bütünlük, üniter devlet, tek devlet-tek ulus gibi argümanlarla sabitlenmiş şoven, inkarcı zihniyetin demokratik bir yaklaşım gösterip göstermeyeceği yakıcı bir şekilde ortada durmaktadır. Kürt dili ve kültürünün gelişimini kolektif değil bireysel haklar temelinde alan devlet iktidarı, ortağı sivil-asker bürokrasinin Türklüğü hala 1924 anayasası anlayışıyla üst kimlik olarak tanımlayan kırmızı çizgileri karşısında kısa vadede tarafların uzlaşacağına dair umut beslemek pek mantıklı olmayacaktır.

Sorunu salt Kürt sorunu olarak koyan ve bu bağlamda birçok sivil toplum kuruluşuyla görüşen siyasal iktidarın bu toprakların otantik halklarının sanki hiçbir sorunu-istemleri yokmuş gibi davranması, başlangıçtaki ürkek adımlarından vazgeçmesi, AKP’nin samimiyeti için bir ölçüdür. Sorunun hallinde hiçbir projesi olmayan AKP iktidarının dış desteklerine karşın bu kronik sorunda diğer güç odaklarına karşı inisiyatifli davranıp kısa zamanda açılım yapabileceğini düşünmek safdillilik olacaktır.

Mevcut asimilasyon politikalarıyla Türkiye’de demokratik bir aydınlanma gerçekleştirilebilir mi?

Cumhuriyetten sonra parçalanma psikolojisi ile İttihat ve Terakkinin devamı olan Türkler kendilerinin bu ülkenin gerçek sahibi, Kürtleri, Lazları, Gürcüleri, Abhazları, Arapları ise tek devlet-tek ulus formülasyonu ile yok olarak görüp asimile etmeye çalıştılar. Başta Balkan göçmenleri olmak üzere bazı milliyetlere anadillerini unutturarak kısmen başarılı da oldular. Aradan geçen uzun senelere ve acılara karşın hala da eşit olmayı kabullenemeyip büyük bir kibirlilikle “Ben senden üstünüm, benim verdiğimle yetinmek zorundasın” anlayışındalar. Sözde Kürt açılımında da bu anlayışı gözlemlemek zor olmasa gerek. Sonuç olarak şunu söylemek haksızlık olmayacaktır. Bu inkârcı anlayış değişmedikçe sizin tanımınızla demokratik aydınlanma asla gerçekleşmeyecektir.

Zulmü sadece uzaklarda değil, yanı başımızda da arayıp sorgulama, kim olursa olsun mazlumdan yana, kim olursa olsun zalime karşı düşüncesiyle Kafkas diasporasının ve Türkiyeli Kafkas halklarının Kürt sorununa genelde bakışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Söyleşinin önceki bölümlerinde sorunların kangren olmasında baş sorumlunun asimilasyoncu, inkârcı zihniyet olduğuna değinmiştim. Bu madalyonun bir yüzüdür. Diğer yüzünde ise bizleri görmek gerekiyor. Çeşitli milliyetler üzerinden politika yapanlara (istisnalar hariç) şu sorunun mutlaka sorulması gerekiyor. Bugüne kadar ne yaptınız? Devlet Kürt sorununu iyi kötü çözmek için projeler geliştirirken masanın dışında kalabileceğinizi hesaplayarak gerekeni yaptınız mı? Onlarca senedir kültürün yok olmasından bahsedenler bugünleri düşünüp hazırlık yaptılar mı? Halkların kardeşliğini unutup, düşman sanki Kürtler imiş gibi Kürt düşmanlığının ötesinde ne geliştirdiniz? Dost acı söyler, sorunuza vereceğim cevap maalesef budur.

Başörtüsü zulmü artarak devam etmekte. Katsayı adaletsizliğinde bir değişiklik yok. Bu örnekler artırılabilir. Muhalif bir Laz aydını olarak bu konular hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

7 Temmuz 1989 tarihinde Yeni Nesil gazetesi ile yapmış olduğum bir söyleşide bana bu soru sorulmuş ve şöyle yanıtlamıştım. Özgürlükler bir bütündür ve sınırlandırılamaz. İnanç özgürlüğü de bu kavramın ayrılmaz parçasıdır. Başörtüsü yasağının insani ve hukuki olarak savunulacak hiçbir yanı yoktur. İnsanların başlarını örtüp örtmeyecekleri sadece onların tasarrufundadır. Bu yasak bir zulümdür. Bu günde görüşlerim değişmedi. Sorunun hala çözülememiş olması ise AKP adına utanç vesilesi olmalıdır. Ben böyle bir konuyu hala tartışmayı affınıza sığınarak söylüyorum, abesle iştigal olarak görürüm.

Kartvelist asimilasyon politikaları ve Megrel sorunu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Çözümü konusundaki fikirleriniz nelerdir?

Tüm çatışmaların enerji için yapılacağı 21. yüzyılda Avrasya ve çıkış kapısı Kafkasya 20. yüzyılın Orta Doğusu olmaya adaydır. Bu derecede stratejik bir bölge olan Kafkasya’da, Gürcistan yayılmacı güçler için (Rusya, ABD ve orta vadede gelişen bölgesel güçler Çin, Hindistan) jeopolitik tablonun önemli aktörlerinden biridir. Güçlü bir kurumsallaşmış devlet geleneğinin olmaması, etnik çeşitliliği ve Stalin’in büyük Gürcistan hayali ile çizdiği suni Kafkasya haritası bugün ve gelecekte Gürcistan için baş ağrısı olacaktır. Ahalkelek bölgesinde yaşayan Ermenilerin, Marneuli bölgesinde yaşayan Azerilerin muhtariyet talepleri vardır. 1944 senesinde Sovyetler Birliği Yüksek Savunma Şurasının kararıyla sürgün edilen Ahıska Türklerinin bölgelerine dönmesi halinde oraya yerleştirilmiş Ermeniler ile çatışma çıkması olasılık dâhilindedir. Bu kadar yoğun etnik çeşitlilik barındıran Gürcistan’da resmi devlet ideolojisi büyük Gürcistan hayalini gerçekleştirebilmek için bize de hiç yabancı gelmeyecek şekilde daima asimilasyon üzerine inşa edilmiştir. Resmi devlet politikası diğer azınlıkların, özellikle de Megrellerin asimilasyonu üzerine inşa edilmiştir.

Megreller, Gürcistan’ın en yoksul ve ihmal edilmiş etnik halkıdır. 1857 senesine kadar Samegrelo prensliği olarak kâh Osmanlı kâh Rus Çarlığının himayesinde varlığını sürdüren Megreller, bu tarihte çarlığın müdahalesiyle Rusya’ya bağlandı. 1918-1921’de Demokratik Gürcistan’ın bir parçası olan Samegrelo, 1921’de Gürcistan Sovyet yönetimine katıldı. Bu kısacık bilgi ile demek istediğim Megrel halkının ne kadar inkâr edilirse, asimile edilmeye çalışılırsa çalışılsın yaşayan tarihi bir hakikat olduğudur. 2008 Rus-Gürcü savaşında Gürcülerin Senaki’de kurdukları askeri üssü ve Megrelleri Ruslarla karşı karşıya bırakarak kaçmaları Megrel halkı üzerinde çok olumsuz etki yapmış olmalı diye düşünüyorum. Bu olumsuz etki ve Megrel gençlerin ABD elebaşılığındaki emperyalizmin paralı askerleri olarak Irak’a gönderilmeleri de ayrıca not edilmesi gereken utanılacak bir durumdur. Bu ve bunun gibi nedenlerin Megrel halkı üzerinde depresyon yaratması, asimilasyoncu politikaların doğruluğunu tartışmaya açmış olması ihtimal dâhilindedir. Gürcistan’ın bağımsız kimliğini, toprak bütünlüğünü (Abhazya ve Güney Osetya hariç) muhafaza edebilmesi ancak demokratikleşme ve etnik kimliklerin tanınmasıyla mümkün olabilir.

Megrelya’daki sosyo-ekonomik Kartvelist tecrit politikaları hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Megrelya’daki asimilasyoncu Kartvelist politikalarının başlangıcını Stalin dönemi SSCB’ne götürmek gerekir. Bilindiği gibi o dönemde diğer Kafkas halklarına olduğu gibi köylü bir halk olan Megrellere de insanlık dışı sürgün cezası uygulandı. Sürgün esnasında onbinlerce Megrel-Laz yollarda hayatını kaybetti. Bu işlem ırkçı tecrit politikalarının sonucu hayata geçti. Tabii yukarıda değindiğim gibi bu insanlık dışı uygulamalar Gürcistan’daki başka halklara da uygulandı. Birçok halk haksız yere yurtlarından sökülüp atıldı. Ve maalesef bu “anavatan savunması” adı altındaki sahte bir gerekçeyle sosyalizm adına yapıldı. O tarihten bugüne Gürcistan’ın en yoksul halkı olan, bilinçli olarak geri bırakılmış Megrellere karşı aynı politikalar devam etmektedir.

Son yıllarda Megreller vasıtasıyla Türkiye Lazlarına yönelik Kartvelist politikaları hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Amaç ne sizce?

Ogni sürecinden itibaren bu politikaların uygulanmaya çalışıldığını gözlemlemekteyim. O tarihlerde hatırladığım kadarıyla önce bazı insanlar ticari bağlantılar vasıtasıyla satın alınmak istendi. Daha sonra resmi Gürcistan temsilcileri kanalıyla ülkemizde ve Gürcistan’da ağırlandılar. Bu davetlerin hiçbir zaman karşılıksız yapıldığını düşünmedim. Bu aktiviteler istenen sonucu vermemiş olacak ki taktik değişiklik yapılarak ve her araç kullanılarak Türkiye Lazlarına ulaşılmaya çalışılması doğaldır. Hem Türkiye Lazlarının bilinçli müdahalelerinin Megrel kardeşlerini etkilemesi mümkün olduğu hem de bilebildiğim kadarıyla tarihi büyük Gürcistan (!) sınırları içerisinde halkımızın yaşadığı Doğu Karadeniz yöresinin de olması gerçeği karşısında Türkiye Lazları ile ilgilenilmesini yadırgamıyorum. Ben bu çerçevede çalışma yapan insanların tüm yabancı güçlere ve anlayışlara karşı uyanık olmaları gerektiği kanaatini taşıyorum.

Savaş yıkım, felâket, ölüm demek. İlk başta savaşa karşı olmak gerek, savaşı oluşturan etmenleri iyi bilmek ve onları bertaraf etmek gerekiyor. Maalesef savaşların sonucunda masum insanlar da ölüyor. Haklı ve haksız savaşları da birbirinden ayırmak gerekiyor. 1992’deki Gürcistan’ın Abhazya işgalinde Abhazlar haklı olarak vatanlarını savundu. Megreller, Abhazlarla aralarında ortak tarihi bir bağ olmasına rağmen sadece Kartvelist asimilasyon politikalarının mağduru mu oldular veya nerede yanlış yaptılar?

Savaş sorunsalında haklı ve haksız savaşları ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Evet savaşlar yıkım demektir ama haklı savaşları da peşinen mahkum etmek hatalı olacaktır. Ben kişi olarak haklı savaşlara karşı olmadığımı söylemeliyim. Gürcistan-Abhazya savaşında Megrellerin düştüğü zor durumda, onların resmi Kartvelist ideolojisinin etkisinde kalmalarının bir dereceye kadar rolü olduğunu düşünüyorum. Ancak onbinlerce Megrel’in Abhazya’dan sökülmesinde bu etmenin belirleyici olduğunu söylemem zordur. Gürcü ve Abhaz materyallerinin doğruluğu hususunda bazı şüpheler taşıyorum. Bu nedenle de eğer resmi ideolojinin etkisinde kalmamış olsalardı dahi Megrellerin başlarına Abhazya’dan kopmak gibi bir felâket gelir miydi sorusunun yanıtı benim için net değildir.

Şovenizm batağındaki Gürcistan, Amerikan desteğiyle Kafkasların İsrail’i olmuş durumda ve İsrail ile çok sıkı ilişkileri var. Gürcistan’ın Ağustos 2008’de Osetya işgalini ve akabinde Rus-Gürcü savaşını, etkilerini ve sonuçlarını değerlendirir misiniz? Sizce Megrel halkı kendi payına nasıl bir ders çıkardı bu savaştan?

SSCB’nin milliyetler komiseri olan Stalin büyük Gürcistan hayali ile çizdiği suni sınırlar nihayet 21. yüzyılda sıcak çatışmaya ve felakete sebep oldu.1922 senesinde özgür Abhazya Cumhuriyeti’nin ve 1924’de Osetya’nın ikiye bölünüp güneyin Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlanmasından sonra Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar devam eden statü bilindiği gibi her iki halkın bağımsızlık ilan etmesiyle sonuçlanmıştı. Bunu tanımayan ve toprak bütünlüğünü (!) kendince yeniden tesis etme peşindeki Gürcistan’ın ABD patentli cumhurbaşkanı Saakaşvili, 7 Ağustos’ta ilan ettiği ateşkesi 8 Ağustos günü bozup aniden Güney Osetya topraklarına saldırınca bu fırsatı değerlendiren Rusya devasa silahlı gücünü harekete geçirip ABD, İsrail ve Türkiye tarafından eğitilen Gürcü kuvvetlerini bozguna uğrattı. Savaş mazlum Gürcü halkının onur kırıcı felaketi ile sonuçlandı. Böylece emperyalizme güvenerek yola çıkılamayacağı bir kere daha anlaşılmış oldu. Savaştan sonra Rus ve İsveç Savunma Araştırmaları Enstitüleri tarafından yapılan açıklamalarda Gürcistan’a askeri destek veren ülkeler arasında İsrail sayılırken, İsrailli askerlerin bizzat çatışmalara katıldıkları da açıklandı.

20. yüzyılda sanayideki büyük sıçrama sonrası gelişmiş ülkelerin enerjiye olan ihtiyaçları büyük oranda arttı. Yeni bir Ortadoğu olmamakla beraber yakın gelecekte tükenecek Batı’nın elindeki en önemli petrol sahası Kuzey Denizi’nin yerini almaya aday Hazar sayesinde Kafkasya’nın stratejik önemi 21. yüzyılda daha da öne çıktı. Keza Orta Asya’dan gelip Avrupa’ya ulaşacak enerjinin geçiş noktasında olması da bölgenin stratejik önemini artırmaktadır.

ABD tarafından güneyden kuşatıldığını hisseden Rusya’nın amacı yakın çevresini yani Kafkasya’yı stratejik denetime alarak Çarlık Rusya’sından beri süre gelen jeopolitik gelenekleri sürdürebilmektir. ABD’nin jeopolitik çıkarı ise bölgeyi Rusya’nın etkisinden çıkarmak, Kafkasya’yı emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etmektir. ABD bunu yaparken birinci aşamada Kafkasları destabilize etmeye, güçler dengesi sistemini ve Rusya’nın stratejik kontrolünün geçiş kuşaklarını tahrip etmeye çalışıyor. İkinci aşamada bölgede emperyalizmin istikrarını temin edecek yeni yapı kurulacaktır. ABD’nin stratejik planları içerisinde Hazar’ı Karadeniz’in Türk kıyısıyla birleştiren bir jeopolitik kuşak meydana getirmek ilk sırada gelmektedir. Bunun için Türkiye’nin doğu Karadeniz bölgesi ABD’nin etki alanına alınarak Azerbaycan’ın etnik kardeşlik şiarıyla Türkiye’nin nüfuz alanına çekilmesi sağlanacaktır. İnşa edilecek Orta Asya ve Hazar enerji nakil hatlarının güvenliği Hazar-Karadeniz kuşağının Rusya’nın etkisinden çıkarılmasını zaruri kılmaktadır.

Savaş suçlusu Saakaşvili’nin ordusunu hezimete uğratan Rusya, yayılmacı güçler arasındaki kapışmanın birinci raundunu kazandı. Bu operasyon ile Rusya bir taşla birkaç kuş vurup Tiflis’e, bölge halklarına, ABD’ye net mesajlar vermiş oldu. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz.

a- Abhazya ve Osetya üzerindeki Gürcü hakimiyetini kabul etmeyen Rusya, bölgenin hakimiyetini eline aldı.
b- Rusya ABD’nin Kafkasya’daki coğrafi kuşatmasına gerekirse her yolu kullanarak direneceği mesajını verdi.
c- Güney Osetya harekatı SSCB’nin varisi Rusya’nın “çıkarına ters saydığı” bir dizi gelişmeyi engelleyemeyen fetret devri Rusya’sının tarihe karıştığını, 20 yıl sonra Rusya’nın yeniden süper güç olma yolunda olduğunu gösterdi.
d- Hazar ve Orta Asya enerjisi için Rusya’nın dahil olmadığı güvenli bir rotayı sürdürme projesine darbe vurdu. Böylece tasarlanan şekliyle Nabucco’yu rafa kaldırttı.
e- Gürcistan’ın ABD elebaşılığındaki emperyalizme eklemleme projesinin gerçekleşmeyeceği ve Kafkasya’nın Rusya’nın yumuşak karnı olduğu anlaşıldı.

www.kolkhoba.org hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Kafkasya, Karadeniz ve Laz halkı üzerine yapılan her çalışmayı olumlu karşılıyorum. Sitenizi takip etmeye çalışıyorum. Uzun senelerdir ihmal edilmiş ve unutturulmuş konularda bizleri aydınlatıyorsunuz.

İlginiz için teşekkür ederim.

Ben de teşekkür ederim.