"KARTVELİSTLER, 'KÜÇÜK EMPERYALİST ÜLKE' ANLAYIŞINA SAHİPLER!"

Kafkas halklarının kardeşliği üzerine yayın yapan kolkhoba.org sitesinin kurucularından Xopuri Lazi, eğitimci, Adige dilbilimcisi, şair Zafer Sürer (Şejoque) ile bir söyleşi yaptı.

Sayın Şejoque Zafer bize kendinizi tanıtır mısınız?

1962 yılında Adana/Tufanbeyli ilçesine bağlı Kayapınar (Şejoquey) köyünde doğdum. Tufanbeyli’nin eski adı Mağara. Resmi olarak Mağara doğumluyum (!). Türkçeyi ilkokulda öğrendim. Adıgece konuştuğumuz için birkaç kez meşe odunuyla dayak yediğimi hiç unutmuyorum. Belki de anadilime bu kadar düşkün olmamın nedeni bu dayaklardır. Kuzey Kafkasya’dan sürülmüş bir ailenin çocuğu olarak, köyden okumak için ayrılışımı da bir sürgüne benzetirim. Çünkü, olmam gereken yerden, kendi ulusal-kültürel değerlerimle bir nebze olsun yaşayabileceğim doğal ortamdan koparıldım. Ortaokulla başlayan “sürgün” hayatım devam ediyor. Çeşitli periyodik yayınlarda çalıştım. Eğitimciyim.

Çerkes ulus bilinci, dili ve kültürü üzerine yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?

Fiili olarak fazla çalışma yapmış biri değilim. Yine de üniversiteyle birlikte başladım diyebilirim. Ankara Kuzey Kafkasya Kültür Derneği’nde, 1984 sonrası, tiyatro komisyonunda (tiyatro kolu kurmak yasaktı) ve Kafdağı dergisi yayın kurulunda yer aldım. 1992’de yayın dili ‘’Türkçe-Çerkesce” olarak Ankara Valiliği’nden izin almayı başaran Marje dergisinin ikinci sayısından itibaren yayın yönetmenliğini üstlendim. Marje dergisi, Çerkeslerin Türkiye diaspora tarihinde ömrü kısa ama çok ses getiren bir dergisi olarak yerini almıştır. Özellikle Abhazya işgale uğradığında, yayınlarının yanı sıra, Marje grubu, Türkiye’de işgale verilen tepkilerde güçlü bir ses olarak yerini almıştır. Genç yaşta kaybettiğimiz derginin sahibi Sönmez Baykan’ı bu vesile ile burada minnetle anıyorum. Bunların dışında, Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun organize ettiği Anadil Eğitimcilerinin Eğitimi kursuna Ankara Kafkas Derneği öğretmen adayı olarak katıldım. Ankara Kafkas Derneği’nde Adıgece’nin Kaberdey dialektiyle üç yıl kurs eğitmenliği yaptım. Ayrıca bu üç yıllık dönemde Kaffed’in yayın organı Nart Dergisi yayın kurulunda bulundum. Şu an herhangi bir kurumsal etkinlik içinde değilim. Çok sık olmamakla birlikte Türkçe ve Adıgece olarak, internet ortamında düşüncelerimi paylaşıyorum.

Türkiye kamuoyu gündemindeki demokratik açılım hakkında neler düşünüyorsunuz?

Şu an olan şeyin açılım mı, çalım mı olduğuna henüz karar verebilmiş değilim. Neden derseniz, başlangıçta niyet salt Kürtleri susturmak, onların gönlünü hoş tutmak amaçlı idi. Sanırım, sistem, diğer etnik halkları tamamen erittiğini ve kontrol edebildiğini düşündü. Bunda da çok haksız sayılmaz. Türkiye’de Kürtlerin dışındaki bütün halklar, kendi gerçeklikleri yerine erkin çizdiği kalıplar içinde olmayı tercih (!) etti. Araplarını başka Arapça yayınlardan korumak için, Kürtlerini başka Kürtçe yayınlardan korumak için kanal açan bir anlayış söz konusu. Bu biraz mevcut hükümetin, Kürtlerin, Arapların ve Alevilerin dışındaki her türlü etnik yapıya bir çalımı gibi geliyor bana. Eğer, gerçekte demokratik açılım amaçlansa, bütün düzenlemeler, fark gözetilmeksizin, bütün halklar için, etnik yapılar için düzenlenirdi diye düşünüyorum. Yine de karamsar olmak istemiyorum. Geleceğin daha güzel günlere gebe olduğuna inancımı sürdürüyorum.

Çerkesliğin etnisite ve/veya diğer birleştirici unsurlarından bahseder misiniz? Çerkeslik ne demektir? Kimler Çerkesdir? Çerkes tanımlaması anavatan ve diasporada nasıl algılanıyor? Diasporadaki tanımlama sizce doğru bir tespit mi? Ortak bir Çerkes ulus bilinci mevcut mu?

“Kimler Çerkestir” sorunuza “insan olan herkes” diye cevap vereyim şakayla karışık. Zira, Çerkes atasözü, “Çerkeslik, insanlıktır” der. “Çerkes” sözcüğünün, anavatanda ve diasporada farklı anlamlar yüklenmiş durumda olması, uzun zamandır sonu gelmeyen ve kolay kolay da gelmeyecek bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Çerkes tanımlaması anavatanda Adıgeler için kullanılırken, SSCB döneminde Adıgelerin üç bölgeye ayrılarak ve bir bölgede olanlara Çerkes denmesi artı bir kargaşa daha yaratmıştır. Aynı olan üç bölgenin dilini, üç ayrı dilmiş gibi isimlendirme yoluna gidilerek yapay ayrışmalar körüklenmiştir. Özünde Çerkes eşittir Adige’dir. Diasporada bu adlandırma farklı bir boyut kazanmıştır. Zira, Kuzey Kafkasya’dan sürgün edilen halkların en büyük nüfusunu Adıgelerin oluşturması ve tarihte de Adıgelere kendilerinin dışındakilerce Çerkes denmesinin bir yansıması olarak Kuzeyden gelen bütün halklar, Osmanlı topraklarında Çerkes adıyla kabul görmüştür.

Adıgeler başta olmak üzere Kuzey Kafkas kökenliler Türkiye’de çok kalabalık bir nüfusu teşkil etmekteler, bilinçli bir şekilde yerleştirilme sonucunda birbirlerine uzak yerleşim birimlerinde 55 vilayette yaşamaktalar fakat bu vilayetlerin hiçbirinde nüfusun çoğunluğunu oluşturmamaktalar. Genel kabul görmüş bir görüş vardır; asıl olan anavatanda sayısal çoğunluk olmak, siyasi irade ve ulus bilinci. Anavatana geri dönüş Kuzey Kafkas halklarının geleceği açısından ne derece önemlidir?

Soykırım ve sürgün sonrası Çerkeslerin iskan biçimi; başka belgeye bile gerek bırakmadan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu sürgünde dolaylı yoldan da olsa payı olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor. Arşivlerin yavaş yavaş açılmasıyla bu durumun yakın zamanda daha da net olarak belgeleneceğini düşünüyorum. Osmanlı, kendi emniyetini sağlamak adına setler çekerken, Kuzey Kafkasyalıların asimilasyonunu da hedeflemişti. Fakat Osmanlının buna ömrü yetmedi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra kesin çözüm (!) bulunarak hepimiz “ne mutlu…” olduk. Kuzey Kafkasyalıların konservatif bir kültür yaşamaları, nüfusun köylere yerleştirilmiş olmasıyla mümkün olmuş ve kendileri, kültürel gelişimlerini sağlayamamış olmalarına rağmen mevcudu koruyabilmişlerdir. Bu halklar için dönüş elzemdir. Dönüş, yeniden var olmanın başlangıç noktasıdır. Dünyanın nasıl bir süreç yaşayacağını önceden bilmek çok olası değil fakat süreç, bizim gibi küçük ve en önemlisi de haksızlığa uğramış masum halklara da bir takım fırsatlar verecektir. Önemli olan, o fırsatlar çıktığında kullanabilmek için donanımlı olmaktır. Bu da anavatanda nüfusla olur. Ulusal–kültürel değerleri koruyup geliştirmek için elinde argümanlara sahip olmakla olur. Bunun en önemlilerinden biri de elbette anadilini koruyabilmektir. Adıge atasözü, dilsiz halk ölü halktır, der (Bzenşer, psenşeşş). Dönüşün, diasporada yok olmakla karşı karşıya gelmiş kitlelerin yanı sıra, anavatanda, sayıları az olan Çerkes nüfus için de elzemdir. Zira, orada da uygulanan politikalar ve doğal asimilasyon süreci, az nüfusu tehdit eder durumdadır.

Adıgece hakkında bizi bilgilendirir misiniz? Diğer Kafkas dilleriyle akrabalık derecesi nedir?

Kafkas dillerine ilişkin, söylenebilecek en önemli bilginin, Kafkasya’nın otokton halklarının, dillerinin de kendine özgü olduğu, var kabul edilen dil gruplarının hiç birine tabii olmadıkları ve Kafkas dil grubunu oluşturuyor olmalarıdır. Kuzey ve güney olarak ayrıldığını biliyoruz. Adıgece de Kafkas dillerinin kuzey kolu, kuzeybatı dil grubunda yer alıyor. Akraba diller içinde en yakın olanlar, Abazaca ve artık konuşulmayan ve insanlık kültür tarihi için büyük bir kayıp olan Wubıxce. Umarım diğer Kafkas dillerinin ve bütün dünya dillerinin hiç birinin böyle bir sonu olmaz. Adıgecenin dünyanın en eski dillerinden biri olduğuna şüphe yok. Neredeyse doğadaki bütün sesleri barındıran bir yapısı vardır. Bu da dilin ne kadar eski olduğunu belgeleyen bir özellik. Ayrıca, dili oluşturan bütün seslerin ve harflerin tek başlarına anlam yükleniyor olması da dikkat çekici. Adıgece, yakın tarihte yazılı dil haline gelmeden önce, sözlü edebiyatı çok gelişkin bir dildir. Binlerce yıllık bir birikim, Adıge dilinde sözlü edebiyat ürünü olarak günümüze ulaşmıştır.

Adıgecenin yazılı geçmişi hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

Adıgelerin ilk olarak yazı diline geçmeleri 160 yıl öncesine uzanır. Tarihi belgelerin bize gösterdiğine göre ilk Adıgece kitap 14 Mart 1853’te çıkan Adıgece Sözlük’tür. Bu eseri yazan Adıge bilim adamı Bersey Wumar’dır. Aslında, konuyla ilk uğraşanlar; Hangeri Sultan, Negume Şora, Hatokşokue Kazi ve Tambi Pago gibi bilim insanlarıdır. Daha sonraları bunların çalışmaları Bersey Wumar tarafından devam ettirilmiştir. Onun yazdığı ilk Adıgece eser olan Adıgece Sözlük isimli kitabın o devir için büyük önemi vardı çünkü öncelikle ulusal bir dilin varlığı ve önemi anlaşılmış, dildeki çok zengin seslerin harfler ile ifadesi sağlanmıştır. 1917 Sovyet devriminden sonra, Adıgece Kiril harfleri ile ifade edilmeye başlandı ancak birkaç sene sonra Arap harflerine dönülmüş ve bu alfabe ile okullarda okutulmuştur. Daha sonra 1923’te Psihuabe’de yapılan geniş katılımlı bir toplantıda, Latin alfabesi kullanılmasına karar verilmiştir. Oluşturulan Latin alfabesi 1936 yılına kadar devam etti ve o tarihten itibaren Kiril alfabesine dönüldü. Dünya Çerkes Birliği 2003’teki toplantısında 14 Mart gününü Adıge dilinin bayramı olarak karalaştırılmış ve o tarihten itibaren kutlanmaktadır.

Adıge dili ve kültürü adına Türkiye Cumhuriyeti’nden beklentileriniz nelerdir?

Beklentim, vatandaşı olarak, kendi gerçekliğimi yaşama şansı vermesidir kuşkusuz. Herkesin, ulusal–kültürel değerlerini yaşatma şansı bulduğu bir ülke sanırım dünyanın en zengin ülkesidir. Ben de Türkiye Cumhuriyeti’nin bu anlamda, dünyanın en zengin ülkelerinden biri olmasını istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti Adıgecenin, nüfus itibariyle en gelişmiş olarak konuşulan, yazılan, okunan ülke olması gerekirken en zavallısı durumunda olması korkunç bir durum. Bir dil, konuşulması için insanlara ihtiyaç duyar. O dilin sahiplerinin elinden bu şansı aldığınızda, kendilerini geliştirmesine olanak sunmadığınızda, o dili yok eden sorumlu durumuna düşersiniz. Maalesef, salt Adigece değil, ülkemizde onlarca dilin benzer akıbeti mevcut. Türkiye Cumhuriyeti, diller bahçesidir aslında. Bahçedeki çoğu dillerin ağzı bantlanmış bir halde. Elbette bu bantların çözülmesini istiyorum. Dünya’da en çok Adıge’nin yaşadığı bir ülkede; Adıgecenin en çok geliştiği diaspora ülkesi olsun istiyorum.

Adıgecenin Türkiye’de gelecek nesillere ulaştırılması konusunda ümitli misiniz? Türkiye’de Adıgece adına yapılan çalışmalar yeterli mi? Adıgecenin Türkiye’deki geleceği adına ümit verici mi?

Türkiye’de Adıgeceye yönelik ciddi bir çaba olduğunu düşünmüyorum. Hatta bu konuda Çerkeslerin de ciddi bir talepleri olduğu kanısında değilim. Bir düşünün, konuştuğumuzda 5 milyondan bahseden bir toplum ve temsil iddiasındaki örgütler (STK), yüzlerle ifade edilen derneklerinde sadece dans ediyor. Anne-baba çocuğuna dans etmek için izin verirken, dil ve dil ile üretilebilecek aktivitelerden uzak tutuyor. 70 yıllık süreçte oluşturulan korku kültürünün önemi büyük. Çerkesler, kendilerine ilişkin değerlere sahip çıkma, kendileri adına bir şey talep etme durumunda değiller maalesef. Anadilin, bir halkın, bir kültürün var olabilmesi için ne kadar yaşamsal öneme sahip olduğunun da çok fazla farkında olamadılar. Çünkü buna cesaretleri yoktu. Yine de son zamanlarda kafakol ilişkileri sayesinde de olsa, iki kent üniversitesinde Adıgecenin gündeme alınması sevindirici. Bu da ancak, Türkiye’de Adıgecenin arşivlenmesine katkı sağlayabilir. Bu konuda mevcut yapılardan farklı olarak, salt çalışma alanı anadil olan yapılar oluşturulmalı. Elbette, ülkede demokratik yapının yolculuğu da bu ülkede Adıgecenin ömrünü belirleyecektir. Adıgecenin Türkiye’de geleceğine ilişkin, umut var diyemiyorum.

Adıgecenin anavatandaki statüsü nedir? Neden bölünmüş bir şekilde yapılandırılmış? Mevcut statüsü sizce yeterli mi? Yeterli değilse çözüm önerileriniz nelerdir?

Anavatandaki Adıgecenin durumu olması gereken düzeyde değil elbet. Genel olarak, olması gereken konumda olabilmesi için, Adıge halkının ve değerlerinin doğal gelişim şansı olması gerekirdi. Yine de SSCB de, Adıgecenin yeniden bir alfabeye kavuşmasını ve bu dilde çok önemli bir literatürün oluşmasını göz ardı edemeyiz. Bu gün gelinen noktada maalesef durum daha da kötüye gitmektedir. Bir dilin, yaşamın içinde anlam bulması ile ömrünün uzaması doğru orantılıdır. Başka türlüsü, sürekli korumak için özel önlemler almayı, çabalar vermeyi gerektirir. Ben anavatanda da bu yönde çabalar verildiğini biliyorum. Edebiyatta hala Adıgecenin üretim dili olması elbette sevindirici. Tiyatroların sergilenmesi, konserlerin veriliyor olması, çok sayıda müzisyen ve müzik gruplarının hala anadilde çabalarını sürdürmesinin yanı sıra, Adıge dili ve edebiyatı ile ilgili fakültelerin, üniversitelerde olması olumlu. Ders saatleri yeterli olmasa da okullarda Adıge dili derslerinin veriliyor olması teselli verici.

Her dilin kendi gramer yapısı ve özellikleri mevcut. Kafkas dilleri genelde fazla harf barındıran, az sesli, çok sessiz, ergatif ve datif halli, yönelimsi, hareketli, bolca öntakılı ve fiilimsi diller. Mahreçli halleriyle birçok dilden farklı konumdalar. Kısacası zor diller. Bu dilleri zenginleştirerek gelecek nesillere ulaştırma konusunda anadilde öğretim mi yoksa anadilde eğitim mi müspet etki yapar?

Anadil öğretiminin aslında bir aldatmaca olduğunu düşünüyorum. Bir insana anadilini öğretmek, Cümle olarak da kulağı tırmalayan bir durum. Elbette olması gereken anadilde eğitimdir. Ve genel de Kafkas dilleri, özelde de Adıge dili, eğitim dili olarak kullanılabilecek zenginlik ve derinliktedir. Zor diller olduğu bir gerçek. Hatta, zor diller olarak kabul edilen Arapça ve Rusça ile kıyısından da olsa tanışmış biri olarak Adıgecenin her iki dilden de zor olduğunu düşünüyorum. Kafkas dillerinin, klasik olarak, sesli sessiz harf analizlerinden farklı değerlendirilmeli bence. Turbeçkov Nikolay ”Bu dil (Adıgece), kurgusu ile o kadar mükemmeldir ki, rüzgârın ıslığını, daldan düşen kuru yaprağın hışırtısını, hızlı akan ırmağın sesini, toprağın nefes alış-verişini, ırmağın içindeki taşların birbirlerine sürtünmelerinin sesini, kalp atışının temposunu, kuşların şarkısını ve daha çok şeyin sesini duyuyorsun dinlediğinde…” şeklinde değerlendiriyor. Bu zenginliği ile bilim çevrelerinin dikkatini çeken bir dilin, Türkiye’de kimsenin umurunda olmadan yavaş yavaş yok olmasına tanıklık etmek acı veriyor. Öyle çoksesli bir besteyi anlamanın tek bir yolu vardır: Adıgelerin dili, dünyanın oluşumunda olup biten her şeyi ifade edecek kadar eskidir. Budur onu eşsiz kılan da..." Turbeçkov Nikolay

Kamusal alanda konuşulurluğu fazla olmayan bir dilin, tanınmış yasal statüsü ve haklarına rağmen gelecek nesillere aktarılmasının zor olacağı fikrine katılıyor musunuz? Bir dilin yaşayan en önemli kanıtı konuşuluyor olması mıdır? Bu konuda dilsel anlamda ulus bilincinin payı nedir? Bir halkı oluşturan en önemli faktörün dil olduğu görüşüne katılıyor musunuz? Bu konular hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Bir dilin var olabilmesinin, kamusal alanda kullanılıyor olmasının önemi yadsınamaz bir gerçek. Keşke bütün dünya halklarının dilleri emperyal hedeflerin kurbanı olmasaydı. Ne kadar yasal statüsü olursa olsun, dilin bir ihtiyaç sonucu kullanıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu yüzden, gelecek nesillere aktarımı elbette zor olacaktır. Az kullanılmaktan kaynaklı bir durum bu. Doğalmış gibi bize yutturulan amaçlanmış asimilasyon yöntemidir bu. Bir arada yaşamanız politikalarla engellendikten sonra dönüp size, doğal asimilasyon ve entegrasyon edebiyatı yapar egemenler. Bir dilin yaşadığının en önemli kanıtı konuşuluyor olmasının yanı sıra, o dilde üretilmiş bir birikimin varlığıdır bence. Bunun, yazılı veya sözlü olmasının çok önemli olmadığını düşünüyorum. Binlerce yıllık birikimi bugüne taşıyan Kafkas dilleri dikkat çekicidir. Ulus bilincinin ayakta kalabilmesinin olmazsa olmazıdır dil. Dili kaybettiğinizde her şeyi kaybediyorsunuz. Diasporadaki insanların ulus bilincinin güçlü olmamasının, kendi değerlerine, kendi olmaya sahip çıkmayıp, başkalarına hizmet eder duruma düşmesinde/düşürülmesinde elinden dilinin alınmasının çok önemi olduğunu düşünüyorum.

Fakir dil yoktur, gelişmemiş dil vardır, gelişmesine müsaade edilmemiş, yasal statüsü tanınmamış dil vardır tezine katılıyor musunuz? Mesela Lazcası olmayan hiçbir kelimenin Türkçe orijinal karşılığı yok. Elbette bu kelimeler artık Türkçe değildir diyemeyiz. Bu konular hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Etnisite çalışmaları anadille desteklendiğinde daha anlamlı olacağına ve nihai hedefin anadil olması gerektiği tezine katılıyor musunuz?

Her şeyden önce bir dilin gelişmesinin engelleniyor olmasının insanlık suçu olarak kabul edilip, bu suçu işleyenlere karşı yaptırımları olacak bir dünya örgütünün olması gerekirdi. Ancak dünyayı sömürenlerin kontrol altında tuttuğu gerçeği, bu dile getirdiğim isteğin de bir ütopya olmasını sağlıyor. İnsanlık, kendi zenginliklerini, küçük çıkarları uğruna yok ediyor maalesef. Dillerin gelişiminin, yaşam alanlarında olabilirliği ile doğru orantılı olduğunu, düşündüğümüzde bütün dillerde her şeyin bir karşılığının mutlaka olduğunu, ancak kullanılmamasından dolayı yokmuş gibi algılanmasına neden olduğunu görüyoruz. Düşünmek yerine bildiğimiz diğer dilde karşılığını seslendirmekle kendi dilimize ihanet ettiğimizi fark edemiyoruz. Bir Çerkes yaşlısının -ki dili bilmemesi mümkün değil- şöyle bir cümle kurduğuna tanık olmuştum: “ İyi, kötü, hurru, ozguru dopsour.” Bu cümlede fark ettiğiniz üzere tek Adıgece sözcük “dopsour” (yaşam sürüyoruz). Bu o anda hangi dilde düşünüyorsanız o dil, sizin kendi anadilinizi kontrol ettiğinin somut bir örneği. Sürekli kendi dilinizde konuşuyor, okuyor ve yazıyor olduğunuzu düşünün. Böyle bir şey asla başınıza gelmeyecek. Zira rüyalarınızı anadilinizde görmeye devam edeceksiniz. Etnisite çalışmalarının anadilde yapılmasının elzem olduğunu düşünenlerdenim. Anadilin kullanılmadığı bir etkinliğin, yaşanan ülkenin dilinin yaygınlaşması ve gelişmesine katkıdan öte bir anlam taşımıyor maalesef.

Türkiye’deki mevcut Türkçü, ulusalcı, Türkçü-ulusalcı asimilasyon politikalarıyla dilsel, kültürel, toplumsal uzlaşma ve aydınlanma gerçekleştirilebilir mi? Mealen nereye kadar asimilasyon? Bu konular hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Bunca dilin konuşulmasının, engellenerek unutturulmasının ve günümüzde nerdeyse “can çekişen” diller haline gelmesinin temel sorumlularının Türkçü-ulusalcı politika yürüten anlayış olduğunu herkes biliyor. Mesela dünyanın en zengin seslerine sahip dillerinin bir tanesi olan Wubıh dili bu anlayış sonucunda şu an ölü dil durumundadır. Zira, bütün Wubıxlar Osmanlı topraklarına sürülmüş durumdaydı. Şimdi söyleyeceklerim, Rusların suçunu asla hafifletmez fakat belki de Kafkasya’da biraz nüfus kalmış olsaydı, şu an Wubıxçe konuşan insanlar olurdu. Türkçeden başka bir dile tahammülü olmayan bir anlayışla karşı karşıyayız bugün de. Fakat artık dayatmacı bir bakış açısının insanları bezdirdiği gerçeği de ortada.

Kartvelist asimilasyon politikaları, Megrel ve Megrelce sorunu hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Gürcistan’ın ufkunu karartan, “Küçük emperyalist ülke” diye anılmasına vesile olan bir anlayıştır Kartvelizm. Adıge Psale Gazetesi’nde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Balkarların ve Karaçayların sürgüne gönderilmesinde bu anlayışın parmağı olduğundan bahseden bir röportaj okumuştum. O dönemde 700 civarında da Adıge ileri geleni sürgün edilmişti. Stalin’in şemsiyesi altında istediklerini yapan bir anlayış söz konusuydu. Son zamanlarda şemsiyenin adı Amerika oldu. İkinci bir İsrail’e Kafkasya bölgesinde ihtiyaç duyan ABD, Kartvelist anlayışla kol kola girmiş görünüyor.

Savaş yıkım demek, felaket demek, ölüm demek. İlk başta savaşa karşı olmak lazım ve maalesef ki savaşın sonucunda masum insanlar da ölüyor. 1992’deki Gürcistan’ın Abhazya işgalinde çok sayıda Abhaz ve Megrel öldü. Megreller ve Abhazlar arasında ortak tarih birliği olmasına rağmen Megreller Sovyetler Birliği zamanındaki Gürcistan’ın emperyalist Abhazya politikalarının mağduru mu oldular?

Kuşkusuz öyle oldu. Kardeş halkların birbirine kırdırılmasını ancak emperyalist emelleri olan bir anlayışın işine yarayabilirdi. Bunu da hem yayılmacı anlayışını sürdürerek, hem de kendi içindeki halkları kırdırarak yaptılar. Megrellerin, bütün bölge halkları gibi kendileri olarak yaşama şansını ellerinden alan Kartvelist anlayışa karşı bütün halkların birlik içinde olması, emperyalizme karşı kardeşliği öne çıkarması gerekir diye düşünüyorum. Tarihten gelen kardeşliklerine rağmen Sovyet zamanından bu yana yürütülen politikalarla iki halkı karşı karşıya getiren anlayış, maalesef günümüzde bölgede, kan, gözyaşı ve yıkıma sebep oluyor.

Şovenizm batağındaki Gürcistan Amerikan desteğiyle Kafkasların İsrail’i olmuş durumda ve İsrail’le çok sıkı ilişkileri var. Gürcistan’ın Ağustos 2008 Osetya işgalini ve akabinde Rus-Gürcü savaşını, etkilerini ve sonucunu değerlendir misiniz?

Tesadüfen bu dönemde Adıgey Cumhuriyeti’ndeydim. Süreci farklı bir pencereden görme fırsatım oldu. Gürcistan’ın fazlaca Amerika’nın dolduruşuna geldiğini, bu durumdan en çok zararı Gürcistan’da yaşayan insanların gördüğünün altını çizmek lazım. “Küçük emperyal ülke” anlayışındaki Kartvelistler, bölgeye sadece sorun taşıyorlar. Bu arada olan bölge halklarına oluyor. Aslında bölgede, kazanan iki güç var. Birincisi Amerika, istikrarsızlık yaratarak. İkincisi Rusya, bölgeyi daha fazla kontrol altına alarak. Bunu yaparken de “kurtarıcı” rolünü oynuyor iki güç de. Bunların tek müsebbibi de yayılmacı Gürcü şovenizmi.

www.kolkhoba.org hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Anadilde yayın ve Kafkas halklarının kardeşliği politikası hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Kolkhoba.org’u ilgiyle izlediğimi belirteyim öncelikle. Çok ciddi bir gereksinime cevap verdiğini düşünüyorum. Neredeyse diller mezarlığı haline gelecek olan bir ülkede, anadil ile ilgili duruşuyla dikkat çekiyor. Kafkas halklarının kardeşliği, hem bölgenin hem de diasporada yaşayan Kafkasyalıların ihtiyacı olan en temel gereksinim. Elbette böyle bir duruşu alkışlıyorum.

Son olarak neler söylemek istersiniz?

Yaşanası bir Kafkasya, hem bölge için hem de dünya için bir ihtiyaçtır. Biliyoruz ki binlerce yıllık kültürel birikimiyle insanlığın yolunu aydınlatacak bir bölgedir. Dilleri, geçmişin bilinmezlerin çözülmesinin şifresi olacak derinliktedir. İnsanlığın bunu iyi anlayıp, bölge halklarına, kendileri olarak yaşama şansı tanımalıdır. Emperyalizmin yok olacağı bir dünya diliyorum.

İlginiz için çok teşekkür ederim.

Ben de size teşekkür ederim, kendimi ifade fırsatı sunduğunuz için. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.